‘Tarih’ Bölümü Arşivi

Kabine oluşturuldu Peki Şimdi Ne Olacak!

January 13th, 2015 Tarihte admin Tarafından Bilim, Forum, Haberler, Makaleler, Tarih Bölümünde Yayınlanmıştır | Yorum Yok

Hani bir atasözü vardır “Horozu çok olan köyün Sabahı geç olur” diye. Bizim ülkenin de horozu çok maşallah hep geç uyanıyoruz yine de hayırlısı…

Ne yazık ki Afganistan’da siyaset ve demokrasi ırka ve etnik kökene dayalı bir anlayış çerçevesinde yürümektedir.  Bunu geçtiğimiz günlerde açıklanan “Ulusal Birlik Hükumetinin” kabinesinde de açıkça görmek mümkündür. Burada bunun sebebini tartışacak değilim çünkü çok sayıda sebep gösterilebilir; ancak şunu da soğrulamadan geçmek istemiyorum. Acaba liderlerin arkasına saklandığı bu ırkçılık anlayışı, ülkede gerçekten de var mıdır; yoksa birileri kendi çıkarlarına masum milleti alet mi etmektedir. Bana göre sonuncusu daha mantıklı gibi…

Malum Dun itibarıyla “Ulusal Birlik Hükumetinin” 25 bakanlıktan oluşan kabine listesi kamuoyuyla paylaşıldı. Buna göre dokuz bakanlıkla Peştunlar %36 gibi bir oranla kabinede birinci sırada gelmekteler. Söz konusu bakanlıklara atanması için 7 isim Cumhurbaşkanı Gani tarafından belirlenirken iki isim de İcraiyye Başkanı Dr. Abdullah Abdullah tarafından belirlenmiştir. Bu bakanlıklar sırasıyla şöyle:

Savunma Bakanlığı:

Maliye Bakanlığı:

Şehircilik Bakanlığı:

Uyuşturucuyla Mücadele Bakanlığı:

Yüksek Öğrenim Bakanlığı:

Sehedat ve Kabail Bakanlığı:

İç işler Bakanlığı:

İnkişâf-ı Dihât Bakanlığı.

 

Tacikler ise yedi Bakanlıkla kabinenin %28 ini oluşturmuş durumdalar. Bu bakanlıklar şöyle:

Ziraat Bakanlığı:

Dış İşler Bakanlığı:

Eğitim Bakanlığı:

Enerji ve Su Bakanlığı:

Adlıya Bakanlığı:

Sağlık Bakanlığı:

Kadın işleri Bakanlığı

 

Hazara ve şîilerde beş bakanlıkla kabinenin %20 sini kapmış durumdalar. Bunla şöyle:

Fevâid-i Amme Bakanlığı

Sosyal İşleri Bakanlığı

Haberleşme Bakanlığı

Ticaret Bakanlığı

Muhacirler Bakanlığı

Özbekler de üç bakanlıkla kabinenin %12 sini oluşturmuş durumdalar.

Ulaştırma Bakanlığı

Kültür ve İtlaat Bakanlığı

İktisat Bakanlığı

 

Türkmenler de tek bakanlıkla kabinenin %4 ünü oluşturmuş durumdalar.

Hac ve Evkâf Bakanlığı.

Gördüğünüz gibi durum bundan ibaret. Tabi bu kesin bir liste değil henüz. Daha meclisten güvenoyun alınması lazım o yüzden değişiklik olabilir. Diğer önemli bir noktada şu: söz konusu bakanlıklara düşünülen isimler ayni milliyetten olsalar bile siyasi görüş olarak birbirine rakip partilere mensupturlar. Bu, bende, ülkede ırkçılık siyasete alet ediliyor hissini uyandırdı…

Araştırmacı Yazar Dr. Muhammad Qasim İBADİ

Gazneli Devletinin Kültür ve Mimarî Yapısına Kısa bir Bakış

May 14th, 2012 Tarihte ibadi Tarafından Tarih Bölümünde Yayınlanmıştır | Yorum Yok

M.Qasim İBADİ

a.      Siyasî Tarihi

Alp Tegin’den başlayarak Hüsrev Şah b. Bahram Şah ile son bulan, devrin en güçlü ordusuna sahip Gazneli Devleti,  963-1186 yıllar arasında toplam 223 yıl hüküm sürmüş bir hanedan devletidir.  Bu zaman zarfında Toplam 17 hanedan üyesi sultan olmuştur.  Bu devletin sınırları günümüz coğrafya konumuna uygun olarak şu bölgelere kadar uzanmıştı: Horasan, Merkez ve kuzey İran bölgeleri, Özbekistan ve Tacikistan’ın bir kısmı, Afganistan coğrafyasının tamamı, Kirman, Sistan ve Belucistan, Pakistan’ın kuzey bölgeleri.

   Gazneli Devleti günümüz Afganistan toprakları içerisinde bulunan Gazne şehrinde kurulduğundan Gazneli Devleti adı ile meşhurdur. Gazne Şerhi (961-1151) yılları arasında hanedana başkentlik görevini yapmıştır. Yönetim sistemi monarşi, din ve edebiyat dili Arapça, Farsçaydı. Bunun yanında Türkçe de halk arasında özellikle orduda konuşulan yaygın bir dil olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletin (1151-1186) yılına kadar yani yıkılışına kadarki merkezi ise Pakistan’ın Lahor şehri olmuştur. Gazne Devleti son dönemlerinde Büyük Selçuklu Devletine bağlı olduğundan Selçuklu Sultanı Sultan Sencer’in Oğuzların eline esir düşmesi, Gazneli rakibi Gurluların eline kaçınılmaz bir fırsat vermiştir. Böylece 1157 yılında Gazne şehri Gurluların eline geçmiştir. Gurlular 1186 yılında Gazneli son hükümdarı olan Hüsrev ve oğullarını esir alarak devletlerine son vermiştir.

b.      Devletin İdarî Adli ve Askeri Yapısına Kısa bir Bakış

Gazneliler’de sultan, devlet yönetiminde mutlak bir şekilde hâkim idi ve “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” sayılıyordu. Hükümdar sarayı İran geleneği esas alınarak teşkilatlandırılmıştı. Sarayda sıkı protokol kuralları uygulanmakta ve sultanın halk ile doğrudan teması engellenmekteydi. Saray teşkilatında diğer Müslüman-Türk devletlerinde bulunan görevliler bulunmaktaydı. İdari yapıda ise Dîvân-ı Vezâret, Dîvân-ı Risâlet, Dîvân-ı Arz ve Dîvân-ı Berîd gibi divanlar bulunmaktaydı.

Adliye teşkilatında yargı işlerini her şehirde bulunan kadılar yürütürken eyalette birer kâdılkudât bulunurdu. Bunların yanı sıra halkın şikâyetlerinin dinlendiği Dîvân-ı Mezâlim’e Gazneli sultanları bizzat başkanlık yapıyorlardı.

Diğer Müslüman-Türk devletleri gibi güçlü bir askerî teşkilata sahip olan Gazneliler’de kara ordusu oldukça önemliydi. Ordu genelde gulâmlar, düzenli birlikler, eyâlât askerleri, ücretli ve gönüllülerden oluşmaktaydı. En muteber konuma sahip olan ordu sayısı Sultan Mahmut döneminde 100.000 ulaştığı gelen rivayetler arasındaydı. Gazneli ordusu Türk, Hint ve Tacik gibi farklı unsurlardan meydana geliyordu. Ayrıca orduda en fazla 1700 kadar fil de bulunuyordu. Fillerin sayıları, sürekli Hindistan’a sefere çıkıldığından, farklılık göstermektedir.  Ordunun farklı etniklerden oluşması Sultan açısından avantaj sağlıyordu. Böylece Sultan orduda daha baskın oluyordu.

c.      Dönemin İlim Kültür ve Mimari Tarihine Kısa bir Bakış

Büyük bir siyasi gücün temsilcileri olan Gazneliler dönemi, kültür ve medeniyet açısından da yüksek bir seviyede ve parlak bir geçmişe sahiptir. Ehl-i sünnet mensupları olarak iyi bir eğitim gören Sultan Mahmut ve aynı zamanda iyi bir hattat olan Sultan Mesut, kendi saraylarında devrin en büyük simalarını toplamaya çalışmışlar, şairlere ve ulemaya hürmet ve saygı göstermişlerdir. Ayrıca komşu ülkelerden şairleri kendi ülkelerine çağırmışlardı. Nitekim Sultan Mahmud’un sarayında 400 şairin bulunduğu şeklindeki rivâyet mübalağalı kabul edilse bile, şiir ve edebiyata verilen önemi göstermesi açısından dikkat çekicidir. Ehl-i sünnet inancını taşıyan Gazneli sultanları, Siî Büveyhîler ve Karmatîler ile devrin diğer putperestleri ile mücadele etmişlerdir. Her yıl bizzat Sultan İbrahim, bir Kur’an istinsah eder; onu sadaka ve diğer hediyelerle birlikte Mekke’ye gönderirdi.

Bu dönemin önemli şairlerinden birisi de Şâhnâme müellifi Firdevsî’dir. Sultan Mahmud ile arasındaki anlaşmazlık, diğer saray şairlerine nazaran, onun imajına farklı bir klip giydirilerek şaşalı bir şekilde günümüze kadar getirilmesine neden olmuştur.  Firdevsî, eserini 389/999’da önce bir Emir’e, sonra da bazı değişikliklerle 400/1009’da Sultan Mahmud’a takdim etmiştir. Fakat zihniyetten kaynaklanan bir takım gelişmeler şairin, eserinin kabul görmemesi bir yana kendisinin de sürgün edilmesine zemin hazırlamıştır. Firdevsî’nin dışında Türk asıllı Minuçihrî ve Ferruhî ile Melikü’ş-Şuarâ Unsurî de önemli isimlerdendir. Nitekim Sultan Mesud, 21 Eylül 1031’de Gazne’de kutladığı Ramazan Bayramı’nda büyük bir merâsim-i kabûl ve eğlence tertip ettirmiş; bu sırada Şair Unsurî’ye 1000 dinar mükâfat olarak vermiştir.

Gazneliler’de devletin resmi dili Arapça olup, ilmi eserler de Arapça yazılmıştır. Buna karşılık saray ve orduda Türkçe konuşulmaktaydı. Diğer taraftan Farsça’nın da gelişmesi sağlanmıştır. Nitekim o dönemde kaleme alınarak günümüze ulaşan bir takım Divân ve Tarih kitapları mevcuttur. Örneğin Sistânî, Unsûrî’nin Divânları ile Gerdîzî ve Beyhakî’nin Zeynü’l-Ahbârı ile Târîh-i Beyhakîsi fars dilinde kaleme alınmıştır.

Tasavvuf alanında da gelişmelerin görüldüğü Gazneliler döneminde Nişaburda Ebû Abdurrahman es-Sülemî ile Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî; Herat şehrinde ise Ebû İsmail Muhammed el-Ensarî bu sahada önde gelen isimlerdendir.

Gazneliler dönemi tarih yazıcılığı bakımından da parlak geçmişe sahiptir. Bu sahada önemli isimlerden olan Ebû Nasr Utbî, Sebük Tegin ve Sultan Mahmud dönemini içeren Târîhü’l-Yemînî adlı bir eser telif etmiştir. Ayrıca Zeynü’l- Ahbâr müellifi Gerdizî ve Târîh-i Beyhakî müellifi Ebu’l-Fazl el-Beyhakî Gazneliler devrinin önde gelen tarihçilerindendir. Farsça yazılan ve otuz cilt olduğu ifade edilen Târîh-i Beyhakî’nin az bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Türkler hakkında Tafdîlü’l-Etrâk alâ Sâiri’l-Ecnâd adlı bir risale yazmış olan İbn Hassûl da, bir süre Gazneliler’in hizmetinde çalışmıştır.

b. Mimârî Özellikleri

Gazneli Mimarisinin Temel Özellikleri olarak şunları sıralayabiliriz:

— Gzanelilerle birlikte, İslamiyet sonrası Türk sanatında az da olsa Hint etkileri görüldüğü bir dönemdir. Nitekim Karahanlılar İslam kültürüne Türk Kültürünü ve Gazneliler de Hint Kültürünü getirmiştir.

— Gzaneliler’de özellikle teşkilat ve devlet müesseseleri daha çok İran örnekleridir. Ancak sanat alanında İslam öncesi Türk sanatının bazı unsurları görülebilmektedir. Örneğin “ Hayvan” üslubuna uygun tasvirler sanat eserlerinde yer almaktadır.

— Mimarlık eserlerinde tuğla yanında taş ve mermer kullanılmıştır. Bunun dışında ahşap yapıların da olduğu bilinmektedir.  Gaznelilerin farkı, taş ve mermerin de yaygın biçimde kullanmış olmalarıdır.

— Camilerden fazla kalıntı elimize geçmemekle birlikte, Leşker-i Bazâr Ulu camisinin yanı sıra kaynaklarda ahşap sütunlu bir camiden de bahsedilmektedir.

— Kervansaraylarda pek büyük bir fark olmamasının yanı sıra sadece ayrıntılarda bazı yenikler söz konusu idi. Genellikle bu yapılar, bir avlu etrafında düzenlenmiş mekânlardan oluşmaktaydı.

— Minarelerde bir takım yenilikler söz konusuydu, aşağıdan yukarıya bir bütün halinde değil de iki yada daha çok parçalı olarak ele alınmıştır. Alttakiler daha geniş, üsttekiler daha dar olmakla beraber ayrı ayrı gövdeden oluşmaktaydılar.

— Bir kısım Gazneli mezar anıtları, sanduka biçimindeydi. Bunlar Anadolu’da Ahlat’ta gördüğümüz tipteki mezar anıtlarıdır. Önemli kişilere ait olanları mermerden yapılmıştır. Örneğin; -Sebuk Tegin’in sandukası üzerinde bir kitabe şeridi bulunmaktaydı- sanduka üzerindeki yazıtlar genelde tabut örtülerini taklit eder. Örneğin Baba Hatun Türbesi XI. Yüz yılda dörtgen kubbelidir. Yonca tromplarıyla Arap Ata’yı hatırlatır.

1. Aruzül Felek:

 Sultan Mahmud’un Hindistan seferinden dönüşünde. Gazne’de zafer anıtı olarak yaptırdığı camidir (1026). Ağaç direkleri ve ahşap düz çatısıyla, Anadolu’daki ağaç direkli camileri hatırlatan yapıtta r kullanılan ağaçlar Hindistan’dan getirilmiştir.  Bilhassa o dönemin vaaz geçilmesi olan, Altın yaldız ve lacivert gibi malzemenin kullanıldığı süslemelerle meşhur olmuştur. Bu yapının en önemli yanı, bu kadar erken bir dönemde ahşap direkli ve düz çatılı bir cami olmasıdır.

2. Aslan Cazip Türbesi:

Günümüz İran’ın Tûs şehrindedir. XI. y.yıllara ait tuğla işlemeli bir türbedir. Tûs Şehri valisi olan Aslan Cazip, 997-1028 yılları arasında yaşamış bir Gazneli komutanlarından birisidir. Türbe kare biçimli, tromplu kubbeli bir yapıdır. Kubbeye tromplarla geçilmiştir. Bu tromplar sivri kemerlidir. Trompların altında bir çiçekli Kûfî kitabe şeridi yer almaktadır. Bu çiçekli Kûfî kitabe şeridinin altında ayrıca tuğla süslemeler yer almaktadır. Kubbe içinde, tuğladan balıksırtı süslemeler vardır. Bu süslemeler aynı zamanda daireli bir biçimde oluşturulmuştur. Kubbe eteğinde, bir Kûfî kitabe şeridi ve altta da tromplar yer almaktadır. Tromplar iki kitabe şeridinin arasındadır.

3. Büst Kalesi

Günümüze sadece sivri kemerli girişi ulaşan kale Afganistan’ın Hilmend şehrindedir. Bu sivri kemerli girişin XII. y. yıldaki bir camiye ait olduğu düşünülmektedir. Kale tarihin çeşitli devrelerinde saldırılar sonucu viran olmuştur. Gazneli devrinde ise en ihtişamlı çağını yaşayan kale daha sonraları Gurlular’ın gazabına maruz kalmıştır.

4. Cam Minaresi:

 Günümüz Afganistan sınırları içersinde bulunan bu eser, 1957’de keşfedilmiştir. Gaznelilere ait olup olmadığı tartışmalıdır. XII-XIII. Y.yıllarda yapılmış olmasının ihtimali üzerinde durulur.  Cam şehri daha sonra Gurluların eline geçtiğinden tam bu geçiş aşamasında yapılmıştır. Kitabesinde 1153-1224 tarihleri vardır. Gövdesi 4 bölüm halindedir ve hepsi silindiriktir. Yukarıya doğru incelenmiştir. Alt gövdesinde yıldız, kemer ve eşkenar dörtgenlerle oluşturulan ve yukarı doğru uzanan şekillerle birbirine bağlanan bu eser, tuğla hamuru süslemeleriyle meydana getirilmiştir. Bu şeritler arasında kalan bölgelerde geometrik süslemeler vardır. Daha yukarıdaki süslemelerse aşağıdaki gövdedekilerden farklı olarak şeritler halinde gitmektedirler. Alt gövde üzerinde sırlı tuğladan kesme bir Kûfî kitabe kuşağı, mukarnasvari süslemeli bir kısımı vardır. Ondan sonra da diğer gövde başlamaktadır. Bu ikinci gövdenin üzeri şeritler halinde süslenmiştir. En üstteki kısımda şerefe vardır. Şerefe, kemerlerle etrafa açılmaktadır. Bu minarenin etrafında bir cami olduğu düşünülmektedir. Caminin adı ‘Gıyaseddin Muhammed olduğu söylenir.


5. Leşker-i Bazâr Ulu Camii:

 XI. y.yılda yapılan bu tarihi eser Afganistan sınırları içersinde ve Büst Kalesi’nin yanındadır. İki nehir arasında bulunan bu yapıt Tuğla işleme ile yapılmıştır. Kazılarda, sadece temel düzeyindeki kısımları ortaya çıkarılmıştır. Kazılarını, Fransız arkeolog Schlumberger yapmıştır. Sultan Mahmut dönemine ait bir camidir. Enine yatık dikdörtgen bir şeması vardır. Mihrap duvarına paralel uzanan ayaklarla ikiye ayrılmış bir şahını bulunmaktadır. İnce ve uzun bir yapıdır. Ölçüleri 86×10.50 metredir. Mihrap önü kubbesinin yapımı, erken dönemlere ait olup dönemin mimarı tarzının en güzel uygulamalarından sayıla gelmiştir. Bu kubbe, ikisi mihrap duvarına gömülü 6 ayak üzerindeki kemerlerin sağladığı sistem üzerine oturtulmuştur. Selçuklulardan önce mihrap önü kubbesi iyi bir şekilde ele alınmıştır. Gerek mihrap önü kubbesi, gerekse şahının mihraba paralel bölümlere ayrılması, pek çok yapıda etkili olmuştur. (örneğin Şam Emeviye) Daha geç dönemlerdeki Anadolu Türk mimarisinin bazı yapılarına da bu şema uygulanmıştır. Öte yandan Selçuklulardaki İsa Bey Camii’nde de bu uygulama görülür. Daha sonraları Gurlular tarafından tahrip edilmiş olan bu yapı Moğollar’ın gazabından ise ne yazık ki kurtulma şansı bulamamıştır.

Çatısının düz olması muhtemel olan Cami, Güney Sarayı’nın avlu duvarına yaslanmaktadır. Bazı araştırmacılar, küçük kubbelerle kaplı olduğunu düşünmektedir

6. Leşker-i Bazâr Sarayı:

Afganistan’da, Bust şehrinin yakınındadır. En Önemli yapıları “Orta Saray” ve “Güney Sarayı”dır.

a. GÜNEY SARAYI:

 XI. Y.yılında  Sultan Mahmut ve Mesut döneminde yapılmıştır. Kuzey kısmı nehre doğru açılır. Diğer kısımlar payandalarla desteklenmiştir. Ortada 63×48.8 metre boyutlarında bir avlu bulunmaktadır. Avluya açılan eyvan denilebilecek mekânlar mevcuttur. Dört eyvanlı avlu şemasını anımsatır. Kuzey eyvanı daha büyüktür. Bölümlerin bazılarının kendi içlerinde de avluları vardır.(Topkapı Sarayı gibi) Güney kesimindeki mekan önemlidir. Bir orta kesime açılan 4 eyvan şeması görülür. Haç şeklindedir. Kazılarda havuzlar, su sistemleri ve kanallar ile döşeme mozaikleri kullanıldığı anlaşılmıştır. Ortada havuz yer alır. Buradaki havuz düzenlemesi, Anadolu Artuklu saraylarında görülür. Kuzeyindeki kısım muhtemelen taht salonudur. Burada freskler yer alır. Bu fresklerde askeri, kimlikli figürler vardır. Bu figürlerin yüzleri daha çok profilden verilmiştir ve başlarında haleler vardır. Göğüs kısımları önden verilmiş. Canlı renkler kullanılmış. Pantolon, çizme, kaftan giymiş figürler de vardır. Bazılarının ellerinde avcı kuşlar vardır. Uygur fresklerine benzer. Bu figürlerin, Sultan Mahmut’un ordusunu tasvir ettiği öne sürülmüştür. Ayrıca ştuko süslemeler de görülür. Bunlar genelde rumi dolgulu geometrik süslemelerdir.

b. Orta Saray:

Güney Sarayı’ndan daha küçük ölçülerde bir yapıdır. Ana merkeze açılan 4 eyvan şeması görülür. İki katlıdır ve köşe kuleleri çok iridir.

7. Medreseler:

En çok örnekleri Nişabur şehrindedir:

— Nasr b.Sebük Tegin’in yaptırdığı Medrese.

— Ebu İshak el-İsfarini’nin Medresesi.

— Ebu Şahad İsmail el-Astronobadi’nin yaptırdığı Medrese.

— El-Beyhakî’nin yaptırdığı Medrese.

            Bunlardan sadece el-Beyhakî’nin Medresesi hakkında kısa bilgi ile yetineceğiz.

a. El-Beyhakî:

Kalıntı olarak Gaznelilerden geldiği tahmin edilen tek medresedir. Aslan Cazip’in yanındadır. Avlu etrafında mekânların olduğu iddia edilmektedir. 1913’te krokisi yapılmıştır.

8. Rıbat-ı Mahî

Afganistan’da, Serhas yolu üzerindedir. 1019-1020. Sultan Mahmut, Firdevsi’nin hatırasının devamı için Tuğladan yaptırmıştır. 70.68×71.92 metre boyutlarındadır.  Kare planlı, tek üniteli bir yapıdır. Köşe kuleleri olan Rabat dört eyvan şemasında görülür. Revaklı avlunun etrafında dikdörtgen odacıklar vardır. Duvarlarda da yarım daire şeklinde payandalar bulunmaktadır. Eyvanları beşik tonozla örtülmüş olup arka bölümde de kubbeli bir alan mevcuttur. Kubbe ve arkasında eyvan şemasıyla ilk kez burada ortaya çıkmaktadır. Girişi taç kapılı ve kapı da dışa taşkın ve köşeleri yuvarlatılmış bir görünüme sahiptir. Girişin iki yanında birkaç mekân daha vardır. Avluya açılan mekânların hemen arkasındaki dikdörtgen mekanlar beşik tonozla örtülü olan yer ise  insanların konaklaması içindir. Öndeki mekânlar içe dışa açılır şekildedir. (Köşedekiler hariç) Mekânlar genelde küçük kare veya dikdörtgen halindedir. Bu şema, Selçuklulardaki ilk camileri oluşturması bakımından da büyük bir öneme sahiptir. Yapının içinde, tuğladan süslemeler vardır. Bitkisel dolgulu geometrik süslemeler ve çiçekli kufi yazılar görülür.

9. Sultan Behram Şah Minaresi:

1117-1149 yıllarda Gazne şehrinde yaptırılmıştır. Diğerine göre daha sade süslenmiştir. Eski yazıtlarda Sultan Mahmut’a ait olduğu kabul edilmiş ve zafer kulesi olduğu söylenmiştir. Ancak daha sonra kitabesi bulunmuş ve Sultan Behramşah’a ait olduğu anlaşılmıştır. Üst tarafında silindirik bir bölüm varmış; fakat şu anda yıkılmıştır.

Süsleme tarzı, diğerlerinden biraz daha farklıdır. Daha uzun dikdörtgenler halindedir. Bu kısım, tuğlaların değişik tarzda yerleştirilmesiyle süslenmiştir. Üst kısımda yazı kitabesi de vardır.  Bu da sekizgendir. Üzeri levhalar halinde süslenmiştir.

10. Sultan III.  Mesud Minaresi:

1115.yıllarda Gazne’de yapılmıştır. Gövdesi yekpare olmayan bu minarenin alt kısmındaki bazı süslemeler tamamlanmamıştır. Alttaki gövde, en geniş kısmı olup keskin 8 köşeli yıldız şekline sahip olduğu ve üst kısmının ise silindirik biçimde olduğu rivayeti tarih kitaplarında yerini almıştır.

En altta taştan bir kaidesi vardır. Yüzeyleri, kare şeklinde panolarla işlenmiştir. Bunlar terracota tekniğiyle yapılmıştır. Panolar içinde bitkisel motifler ve yazılar vardır. Diğer alanlar geometrik motiflerle kaplıdır. Geometrik motifleri daha çok göze çarpan yapıtın üstteki silindirik kısımda da geometrik ağırlıklı süsleme ve kufi kitabelere fazlaca rastlanılır.

11. Sultan III. Mesud Sarayı:

Günümüz Afganistan sınırları içersinde 1112 yılında yapılmıştır 1957-1958 yıllarında başlayan kazılarda İtalyan arkeologlar tarafından çıkarılmıştır. Bir mihrap nişi üzerinde bulunan bir yazı ve tarihten dolayı III. Mesut dönemine ait olduğu kabul edilmiştir. Yazıda 1112 tarihi vardır. Ayrıca Hüseyin Bin Mübarek adı yer almaktadır. Bu muhtemelen yapının mimarının adıdır. 4 eyvanlı bir avluya sahip olup mekanlar avlu etrafındadır. Muhtemelen güneyinde taht salonu olan sarayın bazı duvarları düzensizdir.  Avlunun bir köşesinde 4 ayaklı, dikdörtgen, düz çatılı bir cami olduğu düşünülmüştür. Avlu 50.60×31.90 ölçülerindedir. Duvarlarda süslemeler vardır. Özellikle avlusunda, üst tarafta terracota ve ştuko süslemeler görülür. Avluyu çeviren duvarların altında süslemeli mermer levhalar vardır. Bunlar 44 tanedir. Levhaların üst tarafında çiçekli kufi kitabe şeridi, ortada lotus ve rumi süslemeler, en üstte de kıvrık dal motifleri vardır.

Gazneli döneminin dinî, siyasî, medenî ve kültürel özellikleri

a) Gazneli devlet teşkilatında İslâm müesseselerinin yanında, İslâm’ın kabulünden önceki dönemlere ait bir takım uygulamar da görülmektedir. Bu sebeple Gazneliler, Türk-İslâm devlet teşkilatı sentezinin en iyi temsil edildiği ilk Türk devletlerinden birisidir. Nitekim Selçuklu veziri Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme’sinde sık sık onların devlet teşkilatından örnekler vermiştir. Bu özelliği ile de Gazneliler hiç şüphesiz kendinden sonra kurulan Müslüman-Türk devletlerine de örnek olmuştur.

b) Kuzey Hindistan fetihlerini başlatarak, İslâm dininin yeni bölgelere yayılmasına zemin hazırlamışlardır. Bu şekilde de daha sonraki Hindistan fetihlerinin yolunu açma şerefine nail olmuşlardır.

c) Hint dünyası kültürüyle ilk defa doğrudan temas kuranlar olarak tarihe geçmişlerdir.

d) Hindistan’da İslâm dininin yayılmasını sağlamakla, bu bölgede Kutbîler (603-608/1206-1211), Babalananlılar (665-689/1266-1290), Kalaç Sultanlığı (594-938/1197-1531), Tuğluklular (720-8171320-1414) ve Babürlüler (933-1275/1526-1858) gibi Müslüman-Türk devletlerinin kuruluşuna zemin hazırlamışlardır. Ayrıca Gaznelier, asırlar sonra kurulacak günümüz Pakistan’ın kurulmasında birinci derecede etken olmuşlardır. Dolaylı olarak da Bangladeş’in ortaya çıkışı da aynı açıdan değerlendirilebilir.

e) Siî Büveyhîler, Karmatîler ve putperestlerle mücadele ederek, Ehl-i sünnet inancının savunucusu olmuşlardır.

f) Sultan Mahmud ve Mesud hafızalarda halk kahramanları olarak yerleşmişlerdir. Hatta Sultan Mahmud daha sonraki İran edebiyatında adalet ve insaf timsali meşhur bir hükümdar olarak yer almıştır.

 

                                                               KAYNAKÇA

BEYHAKÎ, Ebû’l-Fazl Muhammed, Târîh-i Beyhakî, tsh. Azizullah Ali Zâde, Tahran, 2008

BOSWORTH, Clifford Edmund, The Ghaznavides, Çev. Hasan Anuvşa, Tahran, 1385/2006.

CÛRFEDAKÂNÎ, Ebu’ş-Şeref Nâsıh b. Zafer, Terceme-i Târîhi Yeminî, Tahran, 1986.

ÇAĞATÂYI, Abdullah Muhammed, “Âsâr-ı Mimârî Devre-i Gaznevi der Pakistan Bahtarî,

               Hilâl, sayı: 3, yıl: 1332/1993, s, 50-53

GERDÎZÎ, Ebû Saîd Abdulhay b. Dehâk b. Mahmud, Zeynü’l-Ahbâr/ Tarih-i Gerdîzî, Tsh.

               Haşiye Talîk, Abdulhay Habîbî, Tahran, 1363/ 1984.

GUBÂR, Mîr Gulâm Muhammed, Coğrafya-yı Tarihî Afganistan, Tsh. Ferit Bijend, Kabil,

               1386/2007.

HALİLÎ, Üstâd, Saltanat-ı Gazneviyân, Kabil, 1333/1954.

Hamevî, Yâkût b. Abdullah, Mucemü’l-Büldân, Beyrut, ts., I-V.

HÂŞİMÎ, Yusuf Abbas, Successors of Mahmûd of Ghazna in Political, Cultural and

               Administrative Perspective, First Edition, Karachi, 1988.

MERÇİL, Erdoğan, Gazneli Devleti Tarihi, T.T.K. Yay., Ankara, 1989.

MÜSTEVFÎ, Hamdullah, Tarih-i Güzide, ba İhtimam-ı Hüseyin Nevâyi,  1381/2002.

NİZÂMÜ’L-MÜLK, Siyasetnâme, Haz. M. Altay Köymen,  T.T.K. Yay., Ankara, 1999.

ŞEBÂNKÂRE-Yİ, Muhammed b. Muhammed, Mecma’u’l-Ensâb, Tash. Mîr Haşim

              Muhaddis,  1363/1984.

PALABIYIK, Hanefî, Valilikten İmparatorluğa Gazneliler, Ankara, 2002.

Bir Direniş Hikayesi: Göktepe

December 30th, 2011 Tarihte admin Tarafından Tarih Bölümünde Yayınlanmıştır | Yorum Yok

Türkmen Milli Mücadelesinin en büyük kanıtı olarak dünya tarihine geçen Göktepe direnişinin üzerinden tam 130. yıl geçmiştir. Bu süre içinde Türkmenler ulusal bir kimlik kazanmış, Rus ve Sovyet işgalini üzerinden atarak bağımsız kimlikleriyle Türkmenistan Cumhuriyeti adı altında ortaya çıkmışlardır.
Göktepe savaşları bugüne kadar çok sayıda çalışmanın, makalenin konusu olmuştur. Gerek Türkmen, gerek Rus ve diğer ülkelerin araştırmacıları bu konuda çok sayıda çalışma ortaya koymuşlardır. Göktepe olaylarının lehinde ve aleyhinde ortaya konulan görüşlerin hemen hemen hepsinde, savaş sırasında Türkmen ulusunun gösterdiği direniş hep övülmüştür. Daha, direnişin gerçekleştiği tarihlerde dönemin Osmanlı matbuatı Türkmenlerin direnişine övgüler yağdırarak “Göktepe Zaferi” başlığını atmıştır.
Savaş, belki Türkmen tarihinin en büyük direnişi ve kahramanlık eseri olarak görülebilir, ancak bir gerçek asla gizletilemez. Göktepe savaşı Türkmenler adına tam bir kıyım olmuştur. Kaynaklar bize, II. Göktepe savaşının sonucunda 6500 Türkmen askerinin, 28.000 kadın, çocuk ve ihtiyarın öldürüldüğünden söz etmekteler. En ürkütücü tablo bu savaş sırasında ölen yüzlerce Türkmen bilgin ve din aliminin, Türkmen toplumunun kültür ve edebiyatında bıraktıkları boşluktur. Savaş Göktepe kalesinde korunmakta olan çok sayıda eser ve kitabında kaybına neden olmuştur.
Göktepe, bir topluluğun kendi bağımsızlığı için verdiği bir varoluş mücadelesidir. Genel Türk tarihinde Türklerin sergiledikleri bu türden direnişlere dört veya beş kez rastlanmaktadır. İlki, 1804 yılında Azerilerin Ruslara karşı sergiledikleri Gence direnişi olup ardından 1881 Göktepe, ardından Çanakkale ve İran’daki Kaşkay Türklerinin İngilizlere karşı sergiledikleri Şiraz direnişidir. Bunların son ikisi düşmanın hezimetiyle sonuçlanırken, ilk iki direniş kaybedilmesine karşılık toplumun hafızasında bir kahramanlık destanı olarak kazılmıştır. Gence ve Göktepe direnişleri eğer Rusların topluluk üzerinde yoğun baskısı gerçekleşmemiş olsaydı yerel halkın dilinde ikinci bir Köroğlu Destanının ortaya çıkışıyla sonuçlanacaktı. Ancak, bugün bu direnişleri destan olarak gelecek kuşaklara anlatmak biz tarihçilerin, edebiyatçıların, roman ve hikaye yazarlarının elindedir. Zira, Göktepe direnişi toplumsal varlığımızı incitse de kimliğimize ve hafızamıza ulusal bir güç vermektedir.
Göktepe sadece anlamlara ve anlatımlara sığdırılacak bir olay değildir, aynı zamanda ulusça ders alacağımız bir olaydır. Araştırmalara göre, Göktepe olayı uzun yıllardan beri ve planla gerçekleştirilen bir işgal girişiminin son safhasıdır. Diranişin yaşandığı 1881 yılı olaylarının en az 60 yıl öncesinden itibaren bölgeyle ilgili Rusların işgal raporları hazırladıkları bilinmektedir. Rus silahlı birlikleri komutanı N. N. Muravyev’in 1819-1820 yıllarında Türkmen bölgesine gerçekleştirdiği gezide bunun ip uçlarına rastlamaktayız. Ondan önce de Binbaşı Ponomaryev Türkmen yomutlarının oturdukları bölgelere geziler düzenlemiş, ticari amaçlarla ele geçirdiği üstleri askeri amaçlar için kullanmaya başlamıştır. 1820 yılı sonrasında bölgeye gelmiş Rus ordu mensuplarından Lalayev’in çar yönetimi adına hazırladığı raporlarda açı ve net biçimde “Türkmenler Rusya’ya tâbi olmalıdırlar” ifadeleri yer almaktadır. 1832 yılında G. S. Karelin’in başını çektiği heyetin raporları ise tam bir işgal girişiminin planlarını içermektedir. Dolayısıyla, Göptepe adım adım gerçekleşmekte olan bir işgali durdurmak için Türkmen toplumunun karşı koymasını yansıtmaktadır.
Göktepe savaşının Türkmen tarihinde bir diğer önemi, Türkmen boylarını bir araya getiren top yekun bir ulusal direniş olmasıdır. Direniş sırasında o zamana kadar boylar halinde örgütlenen Türkmenler bir araya gelerek ortak bir cephede birleşmişlerdir. Oysa, araştırmacılar Türkmen boyları arasında birliğin olmadığından söz etmektedirler. Anlaşılan, Göktepe savaşı bu görüşü boşa çıkartmaktadır. Zira, Türkmenlerin boylar biçiminde sosyal bir yapılanma göstermesi aralarındaki birliğin olmamasından değil, bir çeşit yaşam tarzından ileri gelmektedir. Bilindiği gibi, Ortaçağlardaki Türkmenistan sahasının coğrafi koşulları göz önüne alındığında Türkmen toplumlarının aynı çatı altında yaşaması olanaklı görülmemektedir. Büyük sahra bölgeler arasındaki ilişkiyi ve bağlantıyı zorlaştırmaktaydı. Kısaca, Türkmenler arasında her zaman için etnik, boy, kan bağı olmuştur. Onlar özellikle bütün bölgeyi tehdit eden düşmana karşı defalarca birlik oluşturmuşlardır. Bunu Türkmen tarihinde Safevilere, Nadir Şaha, Kaçarlara ve en sonra Ruslara karşı görmekteyiz.
Göktepe Türkmen tarihinde bir dönemin sonu, yeni bir dönemin başlangıcıdır. Göktepeyle Türkmenlerin bağımsız yaşamı sona erdiği gibi, Türkmen boylarının feodal siyasal düzeni de sona ermiş, kabile tarzı küçük etnik gruplara dayalı sosyal hayat biçimi tamamlanmıştır. Bunun yerine Türkmenler başka bir gücün tesirini altına düşmesine rağmen aydınlanma hareketleri, ulusal bilinç ve millet kimliği kazandıkları bir dönemeç almıştır. Rus işgali adı üzerinde bir işgal olmasına karşın Ruslar Türkmen bölgesine koloni yaşam düzeni yanında Batı idare anlayışını da getirmişlerdir. Böylece, bu gelişmeler sonucunda Türkmenler Doğu toplumu olma kimliğinde sıyrılıp Batılı toplumlarla aynı düzeyde olma seviyesini yakalamıştır.
Türkmen ulus kimliği işgal sonrası gelişen biri dizi olaylarla açıklanmaktadır. Ancak bu gelişmenin temel kökleri Göktepe öncesi Türkmen sosyal ve kültürel yaşamında yatmaktadır. Göktepe sırasında Türkmenler zaten ulusal bir varlık ortaya koymuşlardır. Tek bir dil, tek bir etnik kimlik, aynı inançsal unsurlar ve kendi karakterleriyle özleşmiş coğrafi yapı alt yapıda Türkmen ulusunu oluşturacak nedenler olarak görülmektedir. Bunun tamamlanması için sadece yetkin bir siyasal güç gerekliydi. Dolayısıyla Eski Sovyet tarih anlayışında belirtildiği gibi, Türkmenler Rus işgali sonrasında milli bir kimlik kazanmış değillerdir. Tabii, Rus işgalinin Türkmen milli kimliğine olumlu veya olumsuz etkileri olmuştur, ancak bu olay Rusların bölgeye nüfuz etmesiyle birinci dereceden bağlı bir olay değildir ve daha geniş süreçleri içermektedir.
Göktepe savaşı aslında 1863 ile 1884 yılı arasında yirmi seneden fazla süren bir işgal sürecinin son durak noktalarından biri olmuştur. Eğer, o sürede Rusların katıldıkları Kuzey Kafkas, Balkan savaşları göz önüne alınırsa Ruslar en sert direnişle burada karşılaşmışlardır. Bunu, o zaman kadar bir çok savaşa katılan General Skobelev’in raporları da doğrulamaktadır. Gerçekten de, ateşli silah olmayan bir topluluğun her türlü silahla teçhiz edilmiş manevra kabiliyeti yüksek bir ordu karşısında sergileyebileceği en sert ve en güçlü bir direnişi Türkmenler Göktepe’de ortaya koymuşlardır. Öte yandan Türkmenlerin Göktepe’de yenilmesinin faturası sadece Türkmenlere kesilmez. Türkmen beyleri usun süre kendi çevrelerinde müttefik arayıp durdular. Doğuda ortaya çıkan Rus tehdidinin önüne geçmek için İran, Afgan Emirliği ve Orta Asya’daki küçük siyasal birliklerle birlikte savaşmak isteklerini dile getirmelerine rağmen yalnız bırakıldılar. Dolayısıyla, Türkmenler işgal karşısında gereken bütün mücadeleyi sergilemişlerdir.
Ancak, her savunma veya yenilgi ve hatta zafer kendi kahramanlıklarıyla anılmaktadır. Göktepe savaşı Türkmen tarihine çok sayıda kahraman kazandırmıştır. Bunların en büyüğü hiç şüphesizi savaşlarda iki oğlunu kaybetmesine rağmen son ana kadar direnen ve 5 Mayıs 1880 günü savaşın meydana getirdiği harabeler üzerinde gözlerini yuman Nurberdi Han olmuştur. Onun ölümü bir anlamda Türkmenlerin de Ruslara karşı lidersiz kalmasına neden olmuştur. Ancak Türkmenler bu savaşın kahramanları arasında Mahtumkulu Han, Dıkma Serdar, Kurban Murat İşan’ın adlarını Nurberdi Hanın adı kadar aziz tutmuşlardır.
Kısaca, Göktepe Türkmen milli mücadelesinin yükselen bir kahramanlık abidesidir.Konuyla İlgili Kaynakça İçin Bakınız
Saray, Mehmet – Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Ankara 1995.
Saray, Mehmet – “Türkmenlerde Demokrasi Anlayışı ve Parlamento”, Türk Kültürü, N: 197.
Necef. E, Annaberdiyev. A. – Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul 2003.

Dr. Ahmet Annaberdiyev
Tarihçi-Araştırmacı

Gazneli Devleti

December 2nd, 2011 Tarihte ibadi Tarafından Makaleler, Tarih Bölümünde Yayınlanmıştır | Yorum Yok
 

 

                Bu yazımızda  siyasî yönünden ziyade Gazneli Devletini genel yapısı itibarı ile kısa bir değerlendirmeye tabi tutmayı planlıyoruz. Gazneli Tarihi uzmanı değilim ama yine de araştırmalarımdan edindiğim bilgileri siz değerli okuyucularımızla paylaşmayı düşündüm. İnşallah yaralı olur…
               Aşağıdaki Yazıda devletin kuruluşu ile kısa bir bilgi vermiş bulunuyorum. Devamını ise “Gazneli Devleti’nin Genel Yapısı” başlığı altında sunmayı planlıyorum.

              

             Gazneli Devleti günümüz Afganistan toprakları içerisinde bulunan Gazne şehrinde kurulduğundan Gazneli Devleti adı ile meşhurdur. Gazne Şerhi (961-1151) yılları arasında başkentlik görevini yapmıştır. Yönetim sistemi monarşi ve resmi dili  ise farsça olan devletin (1151-1186) yılına kadar yani yıkılışına kadarki merkezi ise Pakistan’ın Lahor şehri olmuştur. Gazne Devleti son dönemlerinde Büyük Selçuklu Devletine bağlı olduğundan Selçuklu Sultanı Sultan Sencer’in Oğuzların eline esir düşmesi, Gazneli rakibi Gurluların eline kaçınılmaz bir fırsat vermiş oldu. Böylece 1157 yılında Gazne şehri Gurluların eline geçmiş oldu. Gurlular 1186 yılında Gazneli son hükümdarı olan Hüsrev ve oğullarını esir alarak devletlerine son vermiştir.

 

1839-40 yıllarında Gazne Şehri
             Gazneli Devletinin kuruluşunu Samânî Devletinin içine düştüğü durumlarla birlikte incelemek daha isabetli olacaktır. Sâmânoğulları Devleti Buhara merkezli olup Horasan, Doğu İran ve Maverâünnehir’e hakim olan ygane sünnî fars devletidir  (819-1005). Sâmânîler devri en çok Türklerin İslâmiyeti kabul ettikleri devredir. Bununla beraber Müslüman olmayan Türkler ile savaşıldığı ve Türkistan’dan gelen köle sayısını arttığı bir dönemdir. Gazneli Devletinin kurucusu olarak bilinen Alp Tegin yaklaşık olarak 880-881 yıllarında dünyaya gelmiş, 907-914 yıllarında Ahmed b. İsmail’e köle olarak satılmış ve Onun hassa askerleri arasına dâhil edilmiştir. Daha sonra Alp Tegin (943-954) Nuh b. Mansûr tarafından azad edilmiştir.
         
                 Sâmânoğullarının takdirlerini kazanmayı başaran Alp Tegin Hâcibü’l-Hüccâblığa[1] yükselmiş, Nuh’un ölümü ile birlikte de küçük yaştaki oğlu Abdülmelik’in tahta geçmesi, Alp Tegin’e saray işlerinde ve diğer siyasî meselelerde büyük bir fırsat vermiştir. Nitekim Horasan Sipahsâlârı olan Bekr b. Malik’in, Buhara’ya çağırılarak öldürülmesinde büyük rol oynadığı gibi Ebû Mansûr b. İshak’ı da vezîrlikten azlettirerek, yerine kendi adamlarından Bel’âm’ı getirmiştir. Daha sonra Sâmânî Devleti’nin Horasan orduları kumandanı olan Alp Tegin, 350’de (961) Vezir Ebû Ali el-Bel’amî ile birleşerek kendi adayını Sâmânî tahtına çıkarmak istedi, fakat başarısızlığa uğradı[2]. Alp Te­gin bunun üzerine beraberindeki çok az bir kuvvetle birlikte Doğu Afganistan’­daki Gazne[3] şehrine çekilmeye mecbur kaldı ve mahallî bir hanedan olan Levikler’i uzaklaştırarak burayı ele geçirdi. Bu şekilde Gazneli Devleti’nin temelleri atılmış oldu.[4]
           
               Alp Teğin’in vefatından sonra 366 yılında Sebük Tegin’in başa geçmesi ile birlikte Hindistan topraklarına seferler düzenlenmeye başlamış ve bu seferlerin en önemli bölümünü de Sebük Teğin’in oğlu Sultan Mahmud döneminde yapılan seferler oluşturmaktadır. Devletin en ihtişamlı dönemleri Sultan Mahmud ile babasının dönemlerinde yaşanmıştır. Mesud b. Mamhud dönemi ise Selçuklular sadece Horasan’a inmekle,  Gazneli ordusuna 1040 yılında Dandanakan mevkiinde ilk darbeyi vurmakla ve Horasan topraklarını ele geçirmekle kalmamış; aynı zamanda  Gazneli devletini, temelden sarsan iç mücadele ve hesaplaşmaya da sürüklemiştir.[5]
 
 
                  Alp Tegin’den başlayarak Hüsrev Şah b. Bahram Şah ile son bulan, devrin en güçlü ordusuna sahip olan Gazneli Devleti  963-1186 yıllar arasında toplam 223 yıl hüküm sürmüş ve toplam 17 hanedan üyesi sultan olmuştur.[6] Bu devletin sınırları günümüz coğrafya konumuna uygun olarak şu bölgelere kadar uzanmıştı: Horasan, Merkez ve kuzey İran bölgeleri, Özbekistan ve Tacikistan’ın bir kısmı, Afganistan coğrafyasının tamamı, Kirman, Sistan ve Belucistan, Pakistan’ın kuzey bölgeleri.
                    O günün coğrafyasına uygun olarak ise şu bölgeleri içine almaktadır. “Horasan[7], Nimrûz,[8] Harizm[9] Zâbilistân (Sîstân’ın bir kısmı )[10] Hind u Sind,[11] Çağâniyân,[12] Tirmiz[13], Hatlân-ختلان,[14] Kubâdiyânقباديان[15], Kusdârقصدار[16] Mükrân-مكران,[17] Reyری, Cibâl-جبال,[18] Ûkbe-yi Halvân veya Akebe-yi Halvânعقبه حلوان[19], Gürgân ve Taberistan, Gurcistân-غرجستان,[20] Gûrغور[21], Taharistânتخارستان[22]  bölgelerini kapsamaktaydı.[23]
M. Qasim İBADİ

[1]Bütün Saray İdaresinin Başı.

[2]Cûzcânî, Tabakâtu’n-Nâsîrî, 9. Tabaka, s, 211; Clifford Edmund Bosworth, The Ghaznavides, çev. (Tarih-i Gazneviyân) Hasan Enüvşe, Müessese-yi İntişârât ı Emîr Kebîr Yay., Tahran, 5. Baskı, 1385/2006, s, 35; Seyid Ebu’l Kasım Furuzânî, Gazneviyân ez Peydâyış ta Furuvfâşî, s, 49-50; Abdunnaim Hasaneyin, İran fi Zıllı’l-İslam fi’l-Ûsûrı’l-Sünniye ve’l-Şîi’ye, Dâru’l-Vefâ Yay., Kahire, 1408/1988, s, 44.

[3]Günümüz Afganistan sınırları içersinde bulunan bir şehir Çalıştığımız dönemlerde Gazneli Devletinin başkenti ve merkezi idi. O dönemlerde Horasan ile Hindistan arasında bir sınır görevini görmekte dolaysı ile Gazne devletinin strateji önemini arttırmaktaydı. Bknz: (el-Hamevî, Mucemü’l-Büldân, IV, 201); Yâkûtî’nin Zâbilistan şehirlerinden bir olarak saydığı Gazne şehri Ebü’l-Fidâ ise Bâmiyân eyaletlerinden saymakta ve arasındaki mesafenin yaklaşık sekiz merhale ( bir günlük yoldur bknz. s, 65, dip., 288. ) olarak belirtmektedir. Bknz: ebü’l-Fidâ, Takvîmü’l-Büldân, çev. Abdul Muhammed Âyetî, s, 543.

[4]Gerdîzî, Zeynü’l-Ahbar, s, Tsh. M. Nazım, 42-44; Erdoğan Merçil, “Gazneliler”, DİA, İstanbul, 1996,  XIII, 480-484.

[5] Mohammad Qasim İBADİ, Dandanakan Savaşı ve Tarihteki Önemi, Yük. Lis. Tezi, Konya, 2011, s, 63-76.

[6]Benâkitî, Tarih-i Benâkitî, s, 225-229; Şebânkâre-yi, Mucemü’l-Ensâp, s,  65-88.

[7]Horsan, Hindistan Ceyhun sınırlarından Irak’a kadar uzanan geniş bir bölgeye verilen bir isimdir. Bkz: Şihâbüddin Yâkût b. Abdullah el-Havemî, (ö. 622/1225), Mucemü’l-Büldân, Dâru Sâdir Yay., Beyrut, 1397/1977, II, 350-354; İmâdüddin İsmâil b. Nureddin Ebü’l-Fidâ, (ö. 732/1332),  Takvîmü’l-Büldân, Çev. Abdul Muhammed Âyetî, İntişârât-ı Bünyâd-ı Ferheng Yay., Tahran, 1349/1970, s, 508-509.

[8]Farsça olan bu kelime yarım gün ve günün yarısı anlamlarını taşımaktadır. Coğrafî bölge olarak ise Sicistân ili ve etrafına verilen isimdir. Bkz. el-Hamevî, Mucemü’l-Büldân, V, 339.

[9]Daha sonraları Hive-خيوه Hanlığının kurulduğu bölge olan bu mıntıka çok geniş bir bölgedir. Bkz: Abdullah el-Havemî, Mucemü’l-Büldân, II, 395-398.

[10]Sübketkin Zâbilistân’da evlen Abdullah el-Havemî, (ö. 622/1225), Mucemü’l-Büldândiği ve Sultan Mahmud’un orada doğduğu için Mahmud Zâvulî de denir.

[11]Sind Hindistan ile Kirman arasında bir bölgedir. Bkz: el-Hamevî, Mucemü’l-Büldân, III, 267.

[12] Günümüz Özbekistan sınırları içersinde bulunan Surhânderya ilinin Târihî adıdır. Sagâniyân olarak da geçen bölge için bkz: el-Hamevî, Mucemü’l-Büldân, II, 144.

[13]Ceyhun kenarında bulunan Ümmü’l-Bilâd olan şehirlerden birisi olan şehir günümüz Özbekistan sınırları içersindedir. Bkz: Mucemü’l-Büldân, II, 26-27.

[14] Mâverâünnehir bölgesinde Samerkand iline yakın bir bölgedir. Bkz: el-Havemî, Mucemü’l-Büldân, II, 346.

[15]Kuvâdiyân-قوادیان şeklinde de yazılan bu kelime Ceyhun’un üst bölgesine verilen bir isimdir. Bkz: Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed Makdisî, Ahsenü’t-Tekâsîm, Çev. Ali Münzevî, Şirketi Müellifân ve Mütercimân-i İran Yay., Tahran, 1361/1992, II, 412,419-220.

[16]Gazne yakınlarında meşhur bir bölgeye verilen isimdir. Bkz: el-Hamevî, Mucemü’l-Büldân, IV, 353.

[17]Pakistan’ın Beluçistan eyaletinde bir bölgedir. Bkz: el-Hamevî, Mucemü’l-Büldân, V, 179-180.

[18]İsfehân’dan Kirmânşâh bölgesine kadar olan merkez î İran bölgesidir. Bkz: el-Hamevî, Mucemü’l-Büldân, III, 116.

[19] Serpul ve Kasru şirîn bölgesidir.

[20] Herat’ın Güneyinde ve Gazne’nin kuzeyinde olan bir bölgedir. Bkz. Bölüm, 3, s, 102, Dip. 485.

[21] Bkz. Bölüm, 3, s, 102, Dip. 465.

[22] Belh ile Badahşân arasındaki bir ildir.

[23] İhsan Taberî, Ebû’l-Fazl BeyhakÎ ve Câmiye-yi Gaznevî, s, 42-43.

OĞUZ-TÜRKMEN BOYLARI

November 24th, 2011 Tarihte ibadi Tarafından Tarih Bölümünde Yayınlanmıştır | Yorum Yok

Aileler (oguşlar) birleşerek urug (oymak)ları, uruglar birleşerek boyları, boylar birleşerek budunları/bodunlar (Budunlar, boyların yakın işbirliği sonucu meydana gelen siyasi topluluktur) budunlar da birleşerek elleri (illeri) oluşturur. Bu kelimenin baş harfi “i” ile “e” karışımı bir sesle okunmaktadır. Bozkırda en yüksek siyasal örgütlenme biçimi eldir. Budun yöneticisine han, el yöneticisine kağan denilmektedir. En küçük sosyal birimin soyun teşkil ettiği Oğuzlarda her soyun kendine özgü örf ve âdeti bulunmaktaydı. Soyun başkanı kuralların gereği olarak soyun en yaşlısı idi. Soydan sonra oymak yani Boy gelirdi. Boyun başkanı olan Bey soy başkanları arasından seçilirdi. Her boyun küçük kurultayları olduğu Oğuzlarda, Kurultay soylar için yüksek mahkeme rolünü oynuyordu. Uyuşmazlıklar soy başkanları tarafından çözülemediği takdirde adaletin son sözcüsü olan Hakan’a getiriliyordu.[1]

Kâşgarlı Mahmud eserinin baş tarafında “ Türk milletinin, kavminin boyları hakkında söz” diye ayırmış olduğu bölümde “ Türkler aslında yirmi boydur. Bunlardan her boyun bir çok oymakları vardır ki sayısını ancak Allah bilir, ben bunlardan oymakları almadan kök ve ana boylarını saydım.  Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olan Oğuz kollarını ve hayvanlarına vurulan damgalarını bir bir açıkladım.[2]

Gök Türkçe yazılı kitabelerde Oğuzların Tokuz – Oğuz, Üç – Oğuz, Altı – Oğuz ve Sekiz-Oğuz boydan müteşekkil bir federasyonlar topluluğu olduğu; Oğuzlar, Uygurlar iktidara gelmeden önce Dokuz Oğuz iken; ancak Uygur dönemine ait Şine-Usu yazıtından o devirde Sekiz Oğuz diye bir boy birliğinin olduğunu öğrenmekteyiz. Yine Bilge Kagan Kitabesinde Üç Oğuz savaşından bahsedilmektedir. Bu federasyonların tümü VII-IX. yüzyıllar arasındaki Oğuzlar hakkında bizim öğrenebildiğimiz bilgiler arasındadır.[3] Bununla beraber X. yüzyıldan kalma bazı metinlerde bir Oğuz Öğeyle onun yirmi dört komutanı ve boyundan bahsedilmektedir ki bu da onuncu asırda Oğuzların yirmi dört boy halinde bir ittifak meydana getirdikleri anlamını vermektedir.[4] Kâşgarlı Mahmud Türkmenlerden bahsederken “Bunlar Oğuzlardır” diyerek onların yirmi dört boydan meydane geldiğini, Halaç adını taşıyarak bazı hususlarda Oğuzlardan ayrılan iki boyu almayıp Oğuzların yirmi iki boyuna ait bir liste vererek bunların adlarını ve damgalarını da kaydetmiştir. Listesine Kınık Boyundan başlayan Kâşgarlı “Zamanımızın Hükümdarları bunlardandır” diyerek sıralamayı boyların siyasî güçlerine göre yaptığı hissini vermiştir. Kınık, Kayığ, Bayundur, İva ( Yıva ), Salğur, Afşar, Beg-Tili, Bügdüz, Bayat, Yazgır, Eymür, Kara- Bölük, Alka-Bölük, İğdir, Üregir ( Yüregir ), Toturka, Ula-Yuntluğ, Töker, Peçenek, Çuvaldır, Çepni ve Çarukluğ. Olarak vermiştir.[5]

Diğer yandan Reşidüddin Oğuz Han’ın babası ile savaştığı esnada diğer boyların kendisine katıldığından bahsetmektedir. Ona göre Oğuz Han kendisine babası ile savaştığı sırada yardım ettiği bir grup insana “ Bize katıldı” anlamına gelen “Uygur” adını vermiştir. Uygur neslinin tamamı onun devamı ve onun neslindendir. Onlar kendi istekleri üzerine Derbend bölgesine yerleşmişlerdir. Oğuza katılan bir diğer gruba da fethedilen bölgelerdeki ganimet ve alınan malları taşımak için bir taşıt yaptıkları için “Kınıklı” adı verilmiştir. Kınıklıların tamamı onun neslindendir. Oğuz Han İt Barak kavmi ile yaptığı savaşı kaybettiğinde iki büyük nehrin arasında kalmıştı. Ordu arasında kocası savaşta öldürülen bir hamile bayan ortası boş, kazılmış, delik bir ağacın arasında doğum yapmış, babası olmadığından Oğuz Han bu benim oğlum olsun demiş ve adını da kabuktan müştak Kıpçak koymuştur. Kıpçakların tamamı onun neslindendir. Oğuz Han’ın Gûr’dan ana yurduna döndüğü esnada yolda büyük bir kar yağmış, çadır veya evlerden bir kaçı kardan zarar görmemiş ve o evde kalanlara “Karluk” ( karlık, kardan koruyan ) adını verdiği için Karlukların tamamı o cemaatin neslindendir. Oğuz Han İsfahan’ı alıp geri döndüğünde yolda bir bayan doğum yapmış, azığın yokluğu için bebek sütsüz ve aç kalmış, kocası geri kalarak bir çakal’ın avlamış olduğu (تذرو)[6] bir yabanı horozu alarak karısına getirmiş ve karısı da yiyerek çocuğuna süt vermiştir. Herhangi bir sebeple ordudan geriye kalınmasına müsaade olmadığı için Oğuz Han o adama “Kal Aç” demiş ve böylece onun boyuna Kalac denmiştir. Bir de Oğuz Han’ın gelişinden sonra Orman ve ağaçlarla sarılı bir bölgede yaşadıklarından kendilerine “Ağacri” denen kavimde Oğuzlara katılmış olan boylar arasındadır.[7]

Tevarih-i Âl-i Selçuk, Selçuk Nâme veya Oğuz Nâme olarak da adlandırılan Yazıcızâde Ali’nin kaleme almış olduğu eserinde “ Oğuz şubesi ve Oğuz Boyları hakkında- Oğuz Nâme ve Câmi’u’t-Tevârih’te de geçtiği üzere- Oğuz Han’ın altı oğlu, her oğlunun da dörder oğulları vardı. Oğuz onlara ordunun sağ ve sol kolunu teslim etmişti.” diyerek onların isimlerini sıralamaktadır.[8]

Oğuz Boyları hakkında çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Genel olarak kabul edilen görüş yirmi dört boya ayrılmış olmalarıdır. Ancak kitabelerde geçen Oğuz federasyonlarının sayısı yirmi altıdır. Fakat günümüzde yirmi dört boya mensup olarak bilinirler. Boz Ok ve Üç Ok olarak ikiye ayrılan Oğuzlar’ın yazıtlarda tespit edilen yirmi altı sayısına çağlar içerisinde Oğuz federasyonuna çeşitli boylar girip çıkmıştır. X. asırdaysa konfederasyon son şeklini almış ve böylece yirmi dört boy olarak günümüze kadar biline gelmiştir.[9]
Oğuz Han’ın 24 torunundan ise 24 Oğuz boyu meydana gelmiştir. Bu boyların her birinin ayrı adı ve unvanı vardır. Bütün dünyaya yayılan Oğuzlar bu 24 boya dayanmaktadırlar. Oğuz Han kendi adına izafeten kurmuş olduğu devletini sağlığında altı oğlunu ava göndermiş, üçer grup olup iki farklı tarafa giden çocuklardan üçü bir altın yay, diğer üçü de üç altın ok bulmuş; Oğuz Han buna göre üç kardeşin büyüklerine Boz Ok, diğer küçüklerine de Üç Ok adını vermiştir.[10]

Oğuz Han’ın vefat etmesinden sonra vasiyeti üzerine oğlu Gün Han tahta geçmiş, Selçukluların atalarından ve Oğuz Han’ın müdebbiri, danışmanı ve bakanı olan Irkıl Hocanın tavsiyeleri ile köklü bir değişime gidilmiştir. Yirmi dört boy arasında mala, makama, şöhrete dayalı herhangi bir anlaşmazlık çıkmaması, bu uğurda herhangi bir tartışma ve savaşların yaşanmaması için, boylar arasında tamga/damga, lakap ve künniye alametleri belli edilip; her boyun mülkiyeti, hayvanları, ongunları özelleştirilmiştir.[11]Şunu özellikle belirtmemiz yerinde olacaktır ki boyların damğa şekillerinin gösterilmesi konusunda aynı yol izlenmemiş ve şekillerde bir farklılık söz konusudur.

M.QASİM İBADİ

YÜK.LİS. SEMİNER ÇALIŞMAMDAN BİR ALINTIDIR.



[1] Bingöl, 10-11.

[2] Mahmûd el-Kaşgarî, Divânü Lügâti’t-Türk, Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1333-1335, I, 27-28; Reşat Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüz Yılda Türk Dünyası, Ankara TKAE.Yay., 1997.  Sayı: A.5, 29; Şeşen, 25.

[3] Gömeç, “Oğuz Kagan Destanı ve Oğuz Kagan’ın Kimliği”, 40.

[4] Saadettin Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. Baskı. Ankara,  Akçağ Yay., 2000, s, 65.

[5] Genç, 31.

[6] تذرو ( Tezru ): Eti helal bir yabanı tavuktur. Genellikle Hazar Sahillerinde bulunur. Erkeği ( horazı ) uzun kuyruklu, kanatları renkarenk güzeldir. Dişisinin ise kuyruğu kısa olur. bkz: Hasan Amid, Farhang-i Amid, Müessesse-i İntişarat-ı Emir Kebir Yay., Tah. 1383/2004-5. s, 383.

[7] Fazlullah, 32-35.

[8] Yazıcızâde Ali, Tevârîh-i ÂL-i Selçuk, Haz. Abdullah Bakır, İstanbul, Çamlıca Yay., 2009, s, 6-7.

[9] Gömeç, “Oğuz Kagan Destanı ve Oğuz Kagan’ın Kimliği”,  40.

[10] Orkun, Oğuzlara Dair, 8-9.

[11] Fazlullah,  37-38.

OĞUZ ADININ MENŞEİ ANLAMI VE İŞTİKAKİ

October 16th, 2011 Tarihte ibadi Tarafından Bilim, Tarih Bölümünde Yayınlanmıştır | Yorum Yok


Gerek menkıbevi destanlarda ve gerekse diğer tarih kitaplarında Oğuz Han, Oğuzlarla ve bu adın menşei ve anlamı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. 552’li yıllarda Bumîn Han tarafında Orhun’da kurulmuş olan Gök Türk İmparatorluğu kabileler birliğinden oluşmuş bir saltanattı. O dönemden kalma yazıtlarda Oğuz adından bahsedilmesi onların; Gök Türk devleti içinde en önemli kabilelerden biri olduğunu göstermektedir. Kısa sürede Batı ve Doğu Gök Türkleri olarak ikiye ayrılmış olan devletin Oğuzlar, Doğu Türklerinin yanında yer alan ve Ceyhun’un batı sahilinden Hazar’ın Doğu taraflarına yerleşmişlerdir. Tarihçiler ve araştırmacılar onların dönemini Mitolojik ve Tarihî dönem olarak iki açıdan değerlendirmeye çalışmışlardır.[1]

Mitolojik ve Efsanevî devre olarak adlandırılan dönemi, Tarihçilerin çoğu Hz. Nuh’un dönemine kadar götürerek oğlu Yafes’i Türkistan’a (Doğuya) gönderdiğine inanmaktadırlar. Verilen bilgilerde küçük farklılıklar olmakla beraber genel olarak aynıdır. Bu konuda derli toplu ve genel bilgileri ise Reşidüddin’in eseri vermektedir. Onun eseri Camîü’t-Tevarihte geçmekte olan bilgilere göre Hz. Nuh yeryüzünü üçe bölerek üçüncü oğlu olan Yafes’i ( bazı kaynaklarda Biafes ) doğuya yani Türkistan’a yollamıştır. Bununla birlikte aynı müellif Yafes’e Türklerin “ Ebû Bece Han veya Ebulce”  dediklerini nakletmekle beraber,  kendisinin Ebû Bece’nin Hz. Nuh’un oğlu veya torunu olup olmadığı konusunda tereddütte olduğunu söylemektedir. Ancak Ebu’lce Han’ın Hz. Nuh’un neslinden olduğunu ve bu konuda neredeyse tüm tarihçilerin müttefik olduklarını kaydetmektedir. Yine Ebû Bece Han’ın Dip Bakoy adında bir oğlunun olduğu ve Dip Bakoy’un da Kara Han, Orhan, Ker Han ve Kez Han adında dört oğlu olup, kavmin tümünün kafir olduğu nakledilmektedir. Babasından sonra tahta geçen Kara Han’a Allah, üç gece üç gündüz annesini emmeyen ve annesine rüyasında Müslüman oluncaya kadar kendisini emmeyeceğini söyleyen bir oğul nasip eylemiştir. Bir yaşındaki çocuğa isim koymak için toplanıldığı sırada benim ismim Oğuz olsun demiş ve böylece ismini Oğuz koymuşlardır.[2] Burada Oğuz Han’ın dünyaya geldikten bir yıl sonra konuşmaya başlayarak “Sarayda doğduğum için adım Oğuz konulsun” dediği de gelen rivayetler arasındadır.[3]

Gök Türk hâkimiyetinde görünen Oğuzlar Bazen Üç Oğuz bazen de Sekiz Oğuz şeklinde anılmakla birlikte yaygın olarak Dokuz Oğuz şeklinin kullanıldığı görülmektedir.[4] Dokuz Oğuzlar’ın Boy Teşkilâtı Oğuz adı kitabelerde bazen “Tokuz Oğuz” şek­linde geçmektedir. Buradaki “dokuz”, kitabeler­de birçok örneği görüldüğü üzere (Üç Karluk, Otuz Tatar, Sekiz Oğuz) Oğuzlar’ın dokuz boydan oluştuğunu gös­termektedir. Ancak bu dokuz boydan sa­dece Tonra ve Kum (Kunu) adlı boylar bi­linmektedir. İslâm kaynaklarında Uygurlar’a Toguz Guz denmesi, her iki kavmin bir hane­danın idaresi altında bulunmasından ve adlarının birbirine benzemesinden (Uy­gur)» Gur, Oğuz” (Guz) kaynaklanmış ol­malıdır. Nitekim Çinliler de Uygurlar’ı dokuz boydan müteşekkil bir kavim şek­linde tanımışlar ve bu dokuz boyun ad­larını bile vermişlerdir. Bu sebeple Do­kuz Oğuzlar’la karıştırılmış ve belki de her ikisi aynı adla anılmıştır.[5] VII. yüzyılın ikinci yarısı ile VIII. yüzyılın birinci yarısında Tula Irmağı boylarında yaşayan Dokuz Oğuzlar, Türk budunun yanında Doğu Gök Türk Devleti’nin dayanağı ikinci bir unsur olarak görünüyorlardı. Dokuz Oğuzlar’ın akibeti meçhuldür. X. yüzyılda Seyhun kıyılarında yaşayan Oğuzlar başka bir bud olup, Batı Gök Türk Topluluğuna bağlı olan On Oklara mensup bulunuyorlardı.[6]

Oğuzların boy sayısındaki artış tarihî süreç ve boy gelenekleri ile her hangi bir tenakuza düşmemektedir. Çünkü boylar halinde yaşıyor olmalarının tabii bir sonucu olarak, boyların nüfusu arttıkça yeni boylar ortaya çıkmakta ve onlar diğer boylar gibi nüfus ve siyasî güce ulaştıklarında boylar birliği içinde kendi adları ile temsil olunmaktaydılar. Gök Türk yazıtlarında tespit olunan “Üç Oğuz”, “Altı Oğuz”, “Sekiz Oğuz” ve “ Dokuz Oğuz” şeklindeki isimler için sadece  “ Oğuz” kelimesi kullanılmakta ve bu da yukarda zikredilen isimlerin Oğuz Han’ın neslinin devamı olduğunu göstermektedir.[7]

Saadettin Gömeç Oğuz Han’ın, Hun Yabgusu Mete sanıldığını ve Allah’ın Türklere göndermiş bir elçisi olduğu şeklindeki iki iddiaya ve görüşe yer vermiş ve bunları tahlil ederek her ikisinin de doğruluğunun mümkün olabileceğini ifade etmiştir. Yine destanlarda Oğuz’un bir şahıs ismi olarak kullanıldığını, bu adı taşıyan Türk Milletinin önemli bir parçasını oluşturan Oğuzlar veya Türkmenler adında bir etnik topluluğun olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Oğuzların Tölös boylarından olduğunu belirten Gömeç 630’dan sonra Oğuz adları ile anılmaya başlandığını da belirtmektedir.[8] Bir başka görüşe göre Oğuz Han’ın Mete olduğu sanıldığı, Mete’nin de giderken ıslık gibi ses çıkartan bir ok icat ettiği ve netice itibari ile de OK ve Öz (aşiret) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen Okçular, Ok aşireti olarak bilindiği kayıt edilmektedir.[9]

Bu bilgilere göre Oğuz’un tek bir şahsın ismi olup Selçuk ve Osmanlılarda da olduğu gibi önceleri bir boy, soy ve kabile ismi iken daha sonraları bir millet ve bir devlet adı için kullanılan bir isim haline geldiği düşünülebilir. Nitekim Selçuklular ve Osmanlılara veya İslam’dan önceki Türk, Fars ve Arap yönetimlerinde de bu tür bir uygulamanın gelenek haline dönüştüğünü gördüğümüz gibi Emevi ve Abbasîlerde de açıkça görülmektedir. Devletin içinde her tür ırktan, renkten ve her tür milletten insanların olduğunu ve hepsinin de söz konusu devletlerin teb’aları olduklarını görmek mümkündür.

 Oğuz adına ilk defa Gök Türk kitabelerinde rastlamak mümkündür[10]. Bu da Oğuzların altı boyunun prensi olan Öz-Yiğen Alpturan’ın genç yaşta ölmesi münasebeti ile kazılmıştır.[11] Bu kitabelere göre Oğuzlar dokuz boydan meydana gelmiş bir budundur.[12]

Oğuz adının manası hakkında, eski kaynaklarda ilk süt anlamına gelen ağız sütü ile bir bağlantı kurulmaya çalışılmıştır. Fakat Dîvânu Lüğati’t-Türkte ilk süt, ağuz veya ağuj şeklinde geçmektedir.[13] Bu noktayı da söylemek yerinde olacaktır ki Afganistan ve Türkmenistan’da yaşayan Oğuz ve Türkmenler ilk süte “ uz, uvuz” demektedirler. Kelimelerin zaman içersinde değişikliğe uğradıkları bir gerçektir. Bunları göz önünde bulundurursak bu kelimenin ( Uz, Uvuz) aslının Oğuz olduğu da düşünülebilir.

Bunun yanı sıra son dönem araştırmacıları tarafından bu konuda birkaç görüşün ortaya atıldığını görüyoruz. Bunlardan J. Maarqurat kelimenin Ok+ uz’dan müteşekkil olup Ok’un ok, Uz’un da adam anlamına gelerek “Oklu adamlar” anlamına geldiğini söylemiştir.[14] Fakat bu görüş ilim adamları tarafından kabul görmemiştir. Çünkü Türkçede adam manasına gelen uz şeklinde bir kullanım veya bir ifade bulunmamaktadır.[15]

D. Sinor Oğuz’u hayvan anlamına gelen öküzle bağdaştırmaya çalışmış[16], belki farkında olmadan ya da başka türlü sebeplerden önyargılı davranmış olmalı ki kuvvetli dilbilgisi delilleri ile L. Bazin’ı kendisine karşı koymaya zorlamıştır. Fakat Bazin’in Oğuz kelimesine verdiği tosun anlamı da Türk şivelerinde tosun manasına gelen Oğuz şeklinde bir kullanımın bulunmadığından eleştirilmiştir.[17]

J. Hamilton ise Oğuz’un Oğuş’tan geldiği kanaatine sahip olmakta, fakat Oğuş da sadece akraba ve aile manalarını vermektedir.[18] Diğer bir görüş Macar bilginlerinden olan J. Nemeth tarafından ortaya atılmıştır. Ona göre Oğuz Ok+Z’den oluşmuştur. Ok Oymak, kabile manasında olup Z de çoğul ekidir, yani kabileler ve boylar birliği anlamındadır. Ok eski Türklerde belli bir topluluğun genel heyeti idi ki muayyen miktarda insan kütlesi anlamına gelir.[19] Fakat bazı araştırmacı ve yazarlar tarafından sessiz bir harf olan K’nın Türkçenin kurallarına göre hemen önünden bir sesli harfin gelmesi ile G’ye dönüşmesi gerektiğini vurgulanmaktadır.[20]  Oğuz kelimesinin tahlillerin sonucu Uğ+(u)Z’dan bileşik bir isim olarak kabileler birleşiği anlamına gelen görüş genel kabul görmektedir.[21]

Oğuz kelimesi bir şahsın ismi ve bir özel isimdir. Özel isimleri anlamlandırmaya çalışmak veya onun belli bir anlama geldiği tezini savunmak pekte kolay değildir. Çünkü özel isimlerin çoğunun belli bir anlamı olmaz. Ancak o ismin sahibinin taşıdığı sıfatlardan dolayı o isme belli bir anlam atfedilebilir. Örneğin konumuz olan isimden vermek uygun olur.

Kâmus-ı Türkî müellifi Oğuz kelimesini açıklarken önce “ Oğuz han Türklerin en eski Hükümdarı veya eski hükümdarların en meşhuru olmak üzere tanınmaktadır” ifadesini ve ibaresini verdikten sonra Oğuz kelimesinin anlamını şöyle sıralamıştır:

  1. “ اوغوز, öküz bunun mürekkikidir (مرققيقيدر ), tosun ( طوسون ).
  2. Safderûn (صافد رون ) ve büyük adam.
  3. Köylü, sahraî ve kaba adam.
  4. İyi ve hüsnü hal sahibi birisi.[22]

Bunun yanı sıra Lehçe-i Osmânî yazarı da Oğuz kelimesini “ Türk Silsilesinin kadimi, Oğuz muahaffifi Uz, Okuz kelimesi bunun murakkiki olmak gerek”, ifadesinin yanı sıra “Sâf, pâk, safderûn, sahraî (صحرایی), taşra adamı” gibi sözcüklerle anlamlandırmaya çalışmıştır.[23] Bunlar o şahsın belirgin özelliklerinin, karakterinin, huyunun ve davranışlarının göz önünde bulundurularak varılan sonuçlar olduğu düşünülebilir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi günümüzde Oğuzlara Mensup olduğu savunulan bir etnik grubun “Türkmen ve Oğuz” adı altında varlığı açıktır. Bazı araştırmacılar bugünkü Türkmenistan, Afganistan, Pakistan, Hindistan, İran, Azerbaycan, Anadolu, Suriye, Irak, Balkanlar’ ve dünyanın her yerinde yaşayan Türkmen ve Oğuzlar’ın menşei ve nesebinin Gök Türk Abidelerinde bir nesep adı olarak yazılan Oğuz Han’ın 24 boyundan meydana geldiği görüşünü savunmaktadırlar.[24]

Bunun yanı sıra Oğuzları kronolojik açıdan tabakalara ayırarak inceleyenler de olmuştur. Buna göre Eski, Orta ve Yeni Oğuzlar olarak yapılan kronolojik tabaka:

  1. Eski veya Kadim Oğuzlar: 6-8. Yüzlü yıllarda Ötüken Bölgesinde yaşayan ve Gök Türk Devletinin önemli bir bölümünü oluşturan Oğuzlardır.
  2. Orta Oğuzlar: Müslümanlığı kabul eden ve Kaşgarlı Mahmut tarafından bize Türkmen olarak tanıtılan ve (22) boya bölünen Oğuzlardır. Bunlara daha sonraları Ebu’l Gazı Bahadır Han tarafından (24) boy olarak zikredilmiştir. Bunları Oğuz Boylarını açıklarken daha detaylı olarak açıklayacağız.
  3. Yeni ve Günümüz Oğuzları: Türkiye, Azerbaycan Türklerinin ve Türkmenistan, Afganistan ve İran Türkmenlerin babaları olan Oğuzlardır. [25]

Bu farklı görüşlerden anlaşılacağı gibi Oğuzlar Türklerin bir boyu olup geçmişte devlet, medeniyetler kurmuşlardır. Her devirde varlığını hissettiren Oğuzlar günümüzde dünyanın farklı yerlerinde yaşamakta ve Türkiye, Azerbaycan ve Türkmenistan adlarında üç ayrı bölgede devlet kurmuş bulunmaktadırlar.

Mohammad Qasim İBADİ  Doktora Öğrencisi
Not: Yüksek Lisans Seminer çalışmamdan alınmıştır..

[1] Asadullah Ma’tûfî (معطوفی), Tarih, Farhang ve Hüner-ı Türkman, Tahran,  Encimen-i Âsâr ve Mefahir-i Farhangi Yay., 1381/2003, I, 188-189.

[2] Reşidü’d-dîn Fazlullah, Camîü’t-Tevarih, Red. Behmen Kerimi, Tahran,  İkbal Yay., 1374/1995, s, 29-30.

[3] Faruk Sümer, “Oğuzlara Ait Destanî Mahiyette Eserler”, AÜDTCFD. 1995, XVII, sayı: 3-4,  361.

[4] Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara, Y.y., 1986, s, 471.

[5] Faruk Sümer, “ Dokuz Oğuzlar”, DİA,  İstanbul, 1994, IX, 500-502.

[6] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, İstanbul TDAV Yay., 1999, s, 2.

[7] Tufan Gündüz, “Oğuzlar”, Genel Türk Tarihi, Ed. Hasan Celal Güzel, Ali Birinci,  Ankara, Yeni Türkiye Yay,. 2002, II, 47.

[8] Saadettin Gömeç, “ Oğuz Kagan Destanı ve Oğuz Kagan’ın Kimliği”, I.Uluslar arası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu Bildirileri, Diyarbakır, 2004, s, 37-40.

[9] İrfan Bingöl, Yargımız Yapısı ve Tarihçesi: Oğuzlar, Emeviler, Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye’nin Yargı Sistemi, Ankara, Y.y., trs., s, 9.

[10] Faruk Sümer, “ Oğuzlar”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII, 325.

[11] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, Ötüken Yay., 1977, I, 359.

[12] Sümer, “ Oğuzlar”, DİA, IX, 500-502.

[13] Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, 19.

[14] Hüseyin Namık Orkun, Oğuzlara Dair, Ankara, Ulus Yay., 1935, s, 4.

[15] Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, 19.

[16] D. Sinor, “Oğuz Kağan Destanı Üzerine Bazı Mülahazalar”, Çev. Ahmet Ateş, İstanbul, İÜEF. Tarih Dil ve Edebiyat Dergisi, 1980, IV, sayı: 1-2, 1-13.

[17] Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, 20.

[18] Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, 20.

[19] Orkun, Oğuzlara Dair,  4-5.

[20] Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, 20.

[21] Sümer, “Oğuzlar”, DİA, XXXIII, 325; Muhammed Salih Rasih Yıldırım, Tarih ve Farhang-ı Türkmen ha, 2. Baskı, Peşaver,  Encimen-i Farhangî Mahtumkulu Fıragı Yay., 1382/2003, s, 48-49.

[22] Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul, Çağrı Yay., 1317, s, 210.

[23] Ahmet Vefîk Paşa, Lehçe-i Osmânî, Ankara, 2000, s, 290.

[24] Geniş bilgi için bkz. Kıyameddin Râ’î, “Tarihçe-i Zeban-ı Türkmen”, Salnâme-i Afganistan, Kabil, 1385/2007, Sayı:45-46, 1-79.

[25] Yıldırım, 129-130.

OĞUZLARIN MÜSLÜMAN OLMALARI VE TÜRKMEN KELİMESİNİN ANLAMI

August 28th, 2011 Tarihte admin Tarafından Tarih Bölümünde Yayınlanmıştır | 2 Yorum

İslam dinini kabul etmeden önce çeşitli din ve kültürlerle sarılı bir bölgede yaşamakta olan Türkler ve Oğuzlar Budizm,Mecusilik, Hıristiyanlık, Maniheizm, Yahudilik gibi dinlerle temasları olmuştur. Türkler arasından kimilerinin bunlardan birini din olarak kabul etmiş olmalarına rağmen, hiç birini inandığı inançla bağdaştıramamışlardır. Türklerin İslam’dan önceki inançlarının Şamanlık olarak kabul edildiği anlayış reddedilmiş ve aksine İlâhî kaynaklı bir dine bağlı oldukları belirtilerek, bu dinin Hanflîk olduğu neticesine varıldığı vurgusu yapılmıştır.

X. yüz yılın başlarında Müslümanlarla sınırdaş olan Oğuzların,Yeni-Kent, Huvare ve Cend gibi şehirlerinde Müslüman kolonileri bulunmakta ve bunun yanı sıra Mâverâünnehir ve Hârezim’den gelen Müslüman tacir ve dervîşlerin Oğuz illerine gelmeleri ve bunların her konuda örnek davranışları Oğuz ve Türklerin Müslümanlığı kabullerinde önemli payları bulunmaktadır.Yine X. Yüz yılın ilk çeyreğinde Sütkent’te İslamiyeti kabul etmiş olan kalabalık bir Türkmen ve Oğuz topluluğunda bahsedilmektedir. Yine aynı dönemde Fârâb-Kence, ve Şaş arasında Oğuz ve Karluklardan İslamiyeti kabul eden bin çadıra yakın bir topluluktan bahsedilmekte bunların neticesinde X. Yüz yılda Oğuzlar arasında Müslümanlığın epeyce yaygınlaştığı anlaşılmaktadır.

Muhtemelen X. Asrın ikinci yarısından sonra Müslümanlığı kabul etmiş olan Oğuzlar için Türkmen denmeye başlanmıştır.Fakat Türkmen kelimesinin anlamı hakkında görüş birliği bulunmamaktadır. X. Yüz yıllardan itibaren yerleşik hayata geçerek Müslümanlığı kabul eden Oğuzlara Kuman, Kölemen, karaman kelimelerinde olduğu gibi Türk + men terkibinden oluştuğu söylense de bu konuda görüş ayrılığı söz konusudur.

IX-X. yüz yıllarda Oğuzlar arasında Türkmen adında bir kavmin yaşadığı konusundaki görüşlerin kabulünün mümkün olmadığını savunan M. Salih Rasih Yıldırım şunları aktarmaktadır: “ Dikkat edilirse Oğuzların bir kısmına Türkmen dendiği gibi diğer birçok Türk kabilelerine de bu isim verilmiştir.” Diyerek Türkmen  kelimesinin Türk+Kuman dan oluştuğunun görüşünün daha isabetli olduğunu kayıt etmektedir.Yukarda zikredilen “Oğuzların bir kısmına ve diğer Türk kabilelerine”, atfedilen Türkmen kelimesi hemen şu soruyu akla getiriyor. Acaba çok eskilerden beri bir ismin atfedildiği bir topluma diğer bir ismin verilmesi nasıl mümkün olabiliyor? Belki de inanca verilen değer ve o uğurda güdülen ideolojik düşüncelerin etkisi olabilir.

Türkmen kelimesi hakkındaki diğer görüşlerde şöyledir. İlk defa Makdısî’nin eserinde geçen Türkmen ( ?????? ) kelimesi Fars müellifleri tarafından genel olarak Türk+man şekli benimsenerek Türk’e benzeyen ( ??? ????? ) anlamı kullanılırken, Arap Tarihçileri ise Türk+İman şeklini kullanarak Müslüman olan Oğuzlar için kullanmışlardır.

Araplar ile Türkler arasında tercümanlık yaptıkları için, tercüman kelimesine uyak olsun diye Müslüman Oğuzlara Türkmen denmiştir.Her nedense Müslüman olan Oğuzlar için kullanılan bu Kelime günümüzde, Afganistan, Türkmenistan, İran, Pakistan, Hindistan, Suriye, Irak ve Türkiye gibi birçok ülkelerde yaşamakta olan bir topluluk için kullanılmaya devam etmektedir.

Bu Seminer Çalışmamdan alıntıdır…

M.Qasim İBADİ